Hepimiz küçük yaşlardan itibaren eğitim almaya başlıyoruz. Eğitim sürecinin belli bir safhasından sonra da mesleki unvanlar almaya gayret ediyoruz. Kimimiz doktor, kimimiz mühendis, kimimiz öğretmen, kimimiz işletmeci, kimimiz de her hangi bir meslek dalında yıllarca dirsek çürütüyor; tüm bu eğitim sürecini belli bir mesleğin kültürüne sahip olmak için sürdürüyoruz.
Bir mesleği icra ederken gerekli mesleki bilgileri, yetkinlikleri, kazanılması gereken alışkanlıkları mesleki eğitim sürecinde duyuyor; içselleştirmeye ve pratik hayata hazır hale gelmeye çalışıyoruz. Hepimiz, hayatımızı devam ettirebilecek bir işin ucundan tutabilmek adına, bir mesleği icra edebilmenin ancak uzmanlık gücü ile olacağını ve bu uzmanlık gücünü elde etmenin yolunun, mesleki eğitim ile ilgili belge veren bir kurumdan geçtiğini biliyoruz.
Bu nedenle de tüm beceriksizliğine rağmen, diploma şantajı ile herkesi kendi ekseninde döndürmeyi başaran eğitim sisteminden “uzmanlık gücü” kazandırdığına inandığımız belgeleri alabilmek için çırpınıp duruyoruz. Bize sunduğu “mesleki kültürün” pratik hayatta bir işimize yarayıp yaramayacağı ile ilgilenmiyoruz bile. Sadece bir işte istihdam olmamıza yardımcı olacak uzmanlık gücü sunan belgeleri alabilme kısmıyla ilgileniyoruz.
“Hangi mühendislik, hukuk, tıp, öğretmenlik vs. eğitimi alan bir kişi, eğitim süresi sonunda gerçekten bir uzman olabiliyor ki” diye hiç sorgulayamıyoruz. Bir eğitim programını tamamladıktan sonra o meslekle ilgili bir alanda en az beş yıl çalışmak gerekiyor ki belki uzmanlık gibi bir şeyden söz etmeye başlayalım.
Aslıda hepimiz biliyoruz bu gerçeği. Ama işin içeriğinde değiliz. Bir an önce, içi boş da olsa “uzmanlık gücü kazandırıyormuş gibi vehmettiren belgeleri alıp, bir işte istihdam edilelim o bize yeter” diyoruz. Alan razı veren razı diyebilirsiniz; ama bu döngüden çıkan insanların yaptığı işlerin genel olarak kalitesi de ortada.
Kalitenin seviyesizliğini anlamak için kitap okumayan öğretmenlere, yönetim bilimleri ile ilgilenmeyen patron ve yöneticilere, siyaseti fırıldaklık olarak gören politikacılara, tebliğ ettiği kitabın dilini bile bilmeyen imamlara ve yaptığı işin gerektirdiği alışkanlıkları kazanamamış herkesi gözlemlemeniz yeterli olacaktır diye düşünüyorum.
NEDİR BU UZMANLIK GÜCÜ?
Uzmanlık gücünün, toplum için nasıl bir anlam taşıdığını anlatabilmek adına küçük bir misal vererek konuya devam etmek isterim.
Normal bir vatandaş olarak elinizdeki neşterle kimsenin vücudunu açıp organlarına bakamazsınız. Ancak bir doktor olduğunuzda, size hasta olarak gelen bir insanı neşterle yarıp kalbini elinize almanıza müsaade edilir. Hatta ameliyattan sağ çıkmasa bile, mesleki bir suiistimal yoksa o insanın ölümünden dolayı ceza bile almazsınız. Bu durum “mesleki kültürü” almanız sonucunda size verilen “uzmanlık gücü” ile ilgili bir durumdur.
Bütün mesleklerle ilgili olarak benzer durumları, sizler düşünce dünyanızda şekillendirmeye çalışabilirsiniz. Bir öğretmen, mühendis, hâkim, polis, asker, bakan, milletvekili, vali, kaymakam veya işletme yöneticisi olarak normal şartlarda yapamayacağınız, ama bir şekilde elde ettiğiniz uzmanlık gücü ile size verilen yetkileri kullanarak neler yapabileceğinizi düşünebilirsiniz.
UZMANLAR NE KADAR UZMAN?
İçi boş veya dolu fark etmez; bu uzmanlık gücünün karşısında hemen hemen herkes hipnoz halindedir. Ne derseniz veya yaparsanız genel olarak kabul görür. Evde eşinize ve çocuklarınıza geçiremediğiniz sözünüzü etki alanınızdaki kişilere rahatlıkla uygulatabilirsiniz. Çünkü bir mesleki kültürü edinme sürecinde o güç size verilir. Aynı sistem içerisinde hareket eden insanlar da bu güce itaat etmeye göre programlandığı için, herkes birbirine böylesi biri gücü otomatik olarak veriyor zaten. Ta ki uzmanlık gücü ile itaat ettiği kişiden, beklediği hizmeti göremeyene kadar böyle sürüyor bu döngü.
Ne kadar eleştirilecek yönü olsa da eğitim sistemi ile iş hayatı arasındaki denge bu şekilde bir sistematiğe oturtulduğu için büyük resmi sorgulamadan hepimiz bu sistemin bir dişlisi olarak, mesleki kültürlerden ne kadar istifade edip etmediğimize bakmadan güç arayışına devam ediyoruz.
KERAMET NEREDE?
Aldığımız sertifikalar ve diplomalar, almış olduğumuz mesleki kültürün ne olduğunu ilgili kişi ve makamlara ispatlamak için önemli bir araç durumunda şuan. Bu konuda her mesleki alanda ciddi bir tekel oluşmuş durumda. Bu tekel her geçen gün, her şeyi kontrol etmek adın daha da genişletiliyor. Bu tekelci yapının, dağıttığı “uzmanlık gücü” ile kazandırdığı “mesleki kültür” arasındaki farkı analiz etmeye yönelik bir gayretinin olmaması ise gerçekten çok üzücü bir durum.
İş dünyası, mesleki kültürden mahrum olarak yetiştiği halde, uzmanlık gücü gösteren belgelerle donatılmış insanlarla doldu taştı adeta. Kağıtların gerekliliği ile kutsallığı arasındaki farkı anlayacak akıldan mahrum olduğumuzda ve bu mahrumiyetle birlikte ortaya çıkan kokuşmuş sistemlerden beslenmeye başladığımızda, “uzmanlık gücü” ile kazandırılan “mesleki kültür” arasındaki uçurumu görme çabasını da gerekli görmüyoruz maalesef.
Ortalık, “uzmanlık gücü” var zannedilerek koltuk tutanların “mesleki kültürden” uzak olmaları nedeniyle kurduğu kokuşmuş sistemlerle dolu. Güçte keramet arayan ve sadece güçlü olarak her şeyi yapabileceğini zanneden bir kültür ile karşı karşıyayız.
GÜÇ MÜ? KÜLTÜR MÜ?
İlahiyat, tarih, coğrafya vs. eğitimi almış bir öğretmeni okul yöneticisi yaparak ona yönetme gücünü verebiliyoruz. Ama o gücün kültürü olan bir çok beceri ve davranışı kazanıp kazanmadığına bakmıyoruz.
Mahkemede görev yapan katibe, işinin gerektirdiği bir beceri olması sebebiyle hızlı klavye kullanmayı zorunlu kılıyoruz. Ancak işinin gerektirdiği dosyaları daha hızlı okuması ve algılaması için bir hakime hızlı okuma ve algılama becerisini zorunlu kılmıyoruz.
Kaymakam olabilmesi için insanlara üniversitelerin siyasal bilgiler, hukuk, iktisat, işletme, iktisadi ve idari bilimler fakültelerinden eğitim almalarını şart koşuyoruz. Ancak hiç bir yöneticilik eğitimi almamış, finans, insan ve para yönetimi becerisi olmayan politikacıları, seçildikten sonra dahi hiç bir eğitime tabi tutmadan belediye başkanı yapabiliyoruz.
Bir iş adamı olarak binalara, makinelere, araçlara, malzemelere trilyonlarca yatırımlar yapıyoruz. Yatırım yaptığımız şeyleri teslim ettiğimiz çalışanlara ve o çalışanları daha verimli yapacak sistemlere sıra geldiğinde eğitim ve danışmanlık yatırımı yapmaktan kaçınıyoruz.
Her alanda onlarca belki de yüzlerce böyle örnekler verilebilir. Ancak, anlatmak istediğim çelişkili durumu anladığınızı ümit ediyorum.
Güç ile kültür arasındaki dengeyi kuramadığımız hemen hemen her alanda berbat uygulamalar yapıyoruz. Bu uygulamalar devam ettikçe kötü işleyen sistemler geliştiriyoruz. Bize dert olan bütün sistemlerin arkasında, elindeki güç ile yaptığı işin gerektirdiği kültür arasında denge kuramamış insanların olduğunu görüyoruz.
Geldiğimiz bu noktada belki de ilk yapmamız gereken, kendimize şu soruları sormak olabilir; ne dersiniz?
“Ben elimdeki gücün gerektirdiği iş yapma kültürüne ne kadar sahibim?”
“Çevremdeki insanlar, beni güçlü mü görüyor; yoksa kültürlü mü?”
“Çocuğumu güç peşinde mi koşturuyorum; yoksa kültür peşinde mi?”
“Çalıştığım kurum, güce mi yatırım yapıyor; yoksa kültüre mi?”